Hasankeyf tarihi ve
bazı tarihî eserleri
m
Hasankeyf adının kaynağı
Ortaçağ İslam
tarihçileri tarafından ''HISN KEYFA” adıyla bilinen şehrin birkaç
adının daha olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılıyor. Doğal kayalardan
oluşan sarp kalesi ve korunmaya elverişli coğrafi yapısı nedeni ile bu
aldığı sanılıyor. İslâm coğrafyacısı Yakut el-Hamevi, buraya Hısn
Keybâ da dendiğini ve bunun Ermenice’den geldiğini sandığını söyler.
Roma tarihçileri buraya Kipas, Cehpa veya Ciphas adlarını
vermişlerdir. Süryanice’de kaya taş manasına gelen “kifa” kelimesinden
dolayı bu adın verildiği de söylenmektedir. İslami kaynaklara göre
burası “Hısn Luğûb” adıyla biliniyordu. Osmanlı belgelerinde ise
“Hısnkeyf” olarak geçmektedir.
Tarihî dönemler
ARTUKLULAR
DÖNEMİ: Artuklular, M. 1101 yılında buraya sahip olup merkez
edindiler. Selçuklu sultanı Melikşah'ın komutanı Artuk'un oğlu Sökmen
bu tarihte Hasankeyf’e yerleşerek Hasankeyf Artukluları'nın temelini
attı. M. I232 tarihine kadar burada ve Amed (Diyarbakır) deki
hakimiyetleri sürdü. Buraya hükmeden Artuklu hükümdarlarından
Rükneddin Davut b. Sökmen (1112-1144) ile yerine geçen oğlu Fahreddin
Karaaslan ( 1144-1167) yılları arasında yöreyi yönetti.
Diyarbakır (Amed)’ın 1183 Salahaddin Eyyubi tarafından alınıp
Hasankeyf Artuklularına vermesiyle Artuklular Diyarbakır’a
yerleştiler. Artuklular bu tarihten yıkılışa kadar (1232) Hasankeyf’i
temsilcileri aracılığıyla Diyarbakır'dan idare ettiler. Bu gelişme
Hasankeyf’in stratejik önemini gerilettiği gibi mimari gelişmesini de
aksatmıştır.
EYYUBİLER DÖNEMİ:
Eyyubi Kürtleri, 1232 yılında Hasankeyf’i
aldıklarında burayı bayındır bir şehir olarak buldular. Ancak ilk
etapta gerek siyasi gerek mimari açıdan atak olmadılar. 1260'lı
yıllarda Moğollar'ın bölgeyi harap etmesi Hasankeyf’i de etkiledi. İlk
etapta Hülagu'nun katına çıkan Eyyubi sultanı Takyeddin Abdullah
(1249-1294) Hasankeyf’i harap olmaktan kurtardı. Hükümdarın Eyyubi
neslinden geldiğini öğrenen . Hülagu ona iltifat eder ve tüm ülkesini
ona bağışlar.
1301 yılında Hülagu'nun yerine geçen oğlu Gazan komutasındaki
Moğollar, bölge ile beraber bu sefer Hasankeyf’i de harap etti.
Hasankeyf Moğol istilasından çok kötü etkilendi. Eyyubiler, Moğol
şokunu üzerlerinden atar atmaz Hasankeyf’i yeniden imar etmeğe
başladılar. Bugün Hasankeyf’te mevcut birçok eserde imzası bulunan El
Melik El Adil Sultan Süleyman (1378-1432) zamanında bu imar
faaliyetleri zirveye ulaştı.
Bu sultandan sonra Hasankeyf’te duraklama dönemi başladı.
Hükümdarların iç çatışmaları, bölgedeki güçlü devletlerin etkisi
altında olmaları, hem onları hem Hasankeyf’i zor durumda bıraktı.
Akkoyunluların (1461-1482) Hasankeyf’e tamamen hakim olması
Eyyubiler'in gücünü iyice kırdı. 1482 de burayı tekrar ele geçiren
Kürt Eyyubiler bu sefer Safeviler'in baskısı ile karşı karşıya kaldı.
Osmanlılar 1515 yılında bölgeyi İdris-i Bitlisi'nin gayretleri ile ele
geçirince, burası da Safavilerden alınarak Osmanlı hakimiyetine geçti.
Ancak yerel yönetim yine Eyyubilere bırakıldı. Eyyubilerin bu
zorluklarla beraber saltanat kavgası içine girmesi sonlarını
hazırladı. 1524'te son Eyyubi hükümdarı Melik Halil’in saltanattan
çekilmesiyle Eyyubiler tarihe karıştı.
Kale'deki Ulu Cami, El-Rızk Camii,
Sultan Suleyman Camii, Kızlar Camii, İmam Abdullah Zaviyesi, Kale
kapıları ve Küçük Saray olmak üzere, Hasankeyf'te günümüze kadar
ulaşabilen eserlerin önemli bir bölümü Eyyubiler'e ait.
OSMANLILAR DÖNEMİ:
Hasankeyf’in içinde
bulunduğu bölge Osmanlıların eline geçince, Diyarbakır eyalet merkezi
kabul edilmiştir. Hasankeyf bu idari düzenlemeye göre liva (sancak,
kaza) merkezi olmuştur. Osmanlı kayıtlarına göre 16. asırda şehir
gelişmiş, 10 000’e yakın bir nüfusu barındırmıştır. Bu sıralarda
Hıristiyan nüfusu oranı yüzde 60'ı bulmaktadır. Osmanlı döneminde,
Hasankeyf’in idari sınırlarının bir hayli geniş olduğu anlaşılıyor.
Bugünkü Batman’ın tümü ile Siirt ilinin (merkez dahil) önemli bir
bölümü ve Mardin’in Midyat, Dargeçit, Ömerli ilçeleri Hasankeyf’e
bağlanmıştı.
Ancak buranın idari ve stratejik önemi zamanla azalmıştır. 19.
yüzyılın ortalarına geldiğimizde Hasankeyf, Midyat ilçesine bağlı bir
nahiye konumuna gerilemiştir. Cumhuriyete kadar bu durum devam
etmiştir.
CUMHURİYET DÖNEMİ: Hasankeyf, cumhuriyet ile beraber Mardin’in
Midyat ilçesine bağlı bir bucaktı. 1926 yılında Gercüş’ün ilçe
yapılması ile buraya bağlanmış. 1990 yılına kadar idari statüsü böyle
devam etmiş, 1990 yılında Batman’ın il olması ile Hasankeyf de ilçe
yapılarak buraya bağlanmıştır.
Hasankeyf, insanlık tarihinin çok önemli yerleşim yerlerinden biri
olmasına rağmen son 20-30 yıla kadar pek dikkatleri çekmedi. Paha
biçilmez kültürel değerine rağmen hep ihmal edildi. 1970’li yıllardan
itibaren ILISU Barajı projesi ile birlikte gündeme geldi. Hasankeyf’in
sular altında kalmaması gerektiği, gerek ulusal bazda, gerekse
uluslararası düzeyde dile getirildi. Hasankeyf’in kurtarılması
yönündeki çabalar 2003 yılında sonuç verdi. O zamanki Başbakan,
Hasankeyf’i kurtaracaklarını kamuoyuna duyurdu. Bu tartışmalar
nedeniyle Hasankeyf, kimi ülke gündemini işgal etti.
Öte yandan Hasankeyf’teki kültür varlıkları, içinde bulundukları şehir
ile birlikte 1981 yılında Kültür ilgili birimlerince koruma altına
alınarak SİT alanı ilan edildi. 1986 yılından itibaren de arkeolojik
kazılara başlandı. Bu kazılar halen devam etmektedir.
Hem Sit alanı olması, hem de baraj suları altında kalacak düşüncesi,
ilçenin gelişimini engelledi. Son yıllarda Türkiye’de yapılan
araştırmada bütün tarihi zenginliğine rağmen ülkenin en geri, fakir üç
ilçesinden biri oldu.
İlçe, ekonomik olarak gerilediği gibi, nüfus olarak da gerilemiştir.
Bölgedeki son 15-20 yıldaki olağanüstü durumlar da eklenince bu
gerileme dramatik bir duruma gelmiştir. 2000 yılı nüfus sayımı
sonuçlarına göre ilçenin toplam nüfusu 7500’ün altında kalmıştır.
Tarihî eserler
KÖPRÜ:
Köprünün üzerinde
herhangi bir kitabe olmadığından kesin yapılış tarihi bilinmiyor.
Köprünün Artukkular'a ait bir eser olduğunu ileri süren kaynaklar
vardır. Ancak bu bilgiler kesin değildir. Hasankeyf'in Müslümanların
eline geçmesini anlatan bir kaynakta burada açılıp kapanan bir
köprüden bahsedilir. Bu nedenle köprünün antik dönemlere ait
olabileceği, veya antik temeller üzerine Artuklular tarafından
yapılmış olabileceği olasılığı akla geliyor.
Kemer açıklığı itibarıyla Ortaçağ'da yapılan köprülerinin en
büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki
açıklık 40 metredir. Ayaklar, akıntı tarafında üçgen, diğer tarafta da
dairesel şekilde yapılmış. Ayakların dış cephesi kesme taştandır, bu
kesme taşlar tek tek birbirine madenî kramplarla kenetlenmiş. Köprünün
kemerlerinin de kesme taşlardan olduğu düşünülüyor. Şu anda yıkılmamış
olan doğudaki kemer, hayret verici büyüklükteki kesme taşlardan
örülmüştür. Batıdaki yıkılmayan kemer ise; kırılma noktasına kadar
kesme taştan, ondan sonrası da yassı geniş tuğladan örülmüş.
Bazı kaynaklara göre, köprünün en büyük kemerinin orta kısmı
ahşaptanmış. Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap bölüm yerinden
kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirmiş. Köprünün ilginç bir
özelliği de orta ayakları üzerindeki figürlerdir. Tahrip oldukları
için bu figürlerin ne anlam ifade ettikleri tam bilinemiyor.
Eyyubiler döneminde 1349 tarihinde köprü Melik Adil tarafından
onarılmıştır. Ayrıca 15. asrın sonlarında Akkoyunlular zamanında da
onarım gördüğü tarihî kayıtlardan anlaşılıyor. Ne zaman yıkıldığı
ise bilinmiyor.
BÜYÜK SARAY:
Kalenin kuzeyinde Ulu Camii'nin altında yer almaktadır. Büyük ölçüde
yıkılmış ve göçükler altında kalmış. Kuzeye, nehre bakan cephesi
yuvarlak payandalarla desteklenmiştir. Sarayın girişi bu cephenin
ortasında yer alıyordu. Kuvvetli ihtimalle alt katı dükkan ve
depolardan, üst katı ise meskenlerden oluşuyordu.
Yapının en önemli
özelliği binadan bağımsız, giriş kapısının karşısında dikdörtgen bir
kulenin yükseliyor olmasıdır. Burası kesme taşlardan örülmüş, köprü
ayaklarında olduğu gibi taşlar madeni kramplarla kenetlenmiştir. Bu
özelliğinden dolayı dibindeki kasıtlı tahribata rağmen kule
yıkılmamıştır. Burası ya bir gözetleme kulesi; ya da yıldırımlık
görevi yapıyordu.
Eyyubîler'e ait eserler
KALE'DEKİ ULU CAMİ:
Eser 1325 yılında Eyyubi
Muciruddin Muhammed tarafından yapıldı. Tarihi kayıtlardan buranın bir
kilise kalıntısı üzerinde inşa edildiği anlaşılıyor. Giriş kapısının
üzerindeki kitabeden, birbirine eklenerek yapılan mekanlardan eserin
birçok değişikliğe uğradığı anlaşılıyor. Halen Hasankeyf Kazıevi’nde
koruma altında olan minberin yan ahşap parçalarının üzerinde ''798
(1396) senesinde yaptı'' ibaresi yer almaktadır.
Minaresi ise cami gibi kısmen harap durumdadır. Moloz taşlar ile
yapılan minarenin kuzey cephesinde alçı süsleme ve alçıdan yazılmış
kitabe mevcut. Bu kitabeden minarenin 927/1520 tarihinde yapıldığı
anlaşılıyor .
EL-RIZK CAMİİ:
Dicle Nehrinin doğusunda köprü ayağına
yakın bir mevkide yer almaktadır. Portal girişindeki kitabeden eserin
Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 811/409 tarihinde yaptırıldığı
anlaşılmaktadır. Kitabenin orta kısmında bitkisel süslemelerin içine
Allah'ın doksan dokuz ismi yazılmıştır.
Bu gün
caminin asli yapımdan, sağlam olarak sadece minare kalmıştır.
Minarenin üzerindeki süsler, Arapça Kufi yazılar hayranlık verecek
kadar güzeldir. Minarenin en önemli özelliği de çift merdivenli
olmasıdır.
Bugün avlunun güneyinde kalan duvar kalıntısı ise; caminin asıl ibadet
mekanının giriş kapısını, sağda ve solda iki tane daha kapıyı içine
almaktadır. Bu kapıların üstü çok güzel ayet yazıları ile süslenmiş;
ancak bu yazılar büyük ölçüde harap olmuştur .Özellikle ortadaki
kapının süslemeleri bitkisel motiflerle oyulmuş, taşları dikkate
değerdir; ancak süslü taşların çoğu düştüğünden eserin bütünündeki
güzellik kaybolmuştur .
SULTAN SÜLEYMAN CAMİİ: Cami minaresi kaidesinin doğu cephesinde
yer alan kitabeye göre eserin 809/1407 yılında Eyyubi Kürtleri'nin
Sultanı Süleyman tarafından yapılmış. Minare; bitişiğindeki avlu giriş
kapısı, kapının güneyindeki çeşme özenle kesme taşlardan yapılmış ve
süslenmiştir. Çeşme üzerindeki kitabeye göre burası yine Sultan
Süleyman tarafından 818/1416 tarihinde yaptırılmıştır .
Yapının en dikkate değer
bölümü minaresidir. Dikdörtgen olan minare kaidesinin her cephesinde
birer Arapça kufi yazı yer almaktadır. Kaidenin üzerinde yükselen
silindirik gövde şerefeye kadar dört kuşaktan oluşur. Her kuşak farklı
şekilde süslenmiştir. Şerefeden yukarısı ise yıkılmıştır. Ne zaman ve
nasıl yıkıldığı pek bilinmiyor. Şu anda minare gövdesinde yıkılma
tehlikesi arz eden çatlaklar oluşmuştur .
Sultan Süleyman'ın mezarı, ibadet mekanına girerken eyvanın doğusunda
yer alan odacıkta bulunmaktadır. Eser büsbütün harap ve sahipsiz
olduğu için, bugün mezar olduğu nerede ise belli değildir. Caminin
kubbesi ve kubbenin taçlandırdığı ibadet mekanının etrafı alçılarla
dikkat çekici şekilde süslenmiştir .
Sultan Süleyman Camii
güneyinde yer alır. Genel özelliklerinden ve alçı süslemelerinden
Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor. Yer yer sökülmesine rağmen;
Hasankeyf’te en canlı alçı süslemelere sahip eserdir. Etrafındaki
yapılardan bir külliye içinde yer aldığı anlaşılıyor. Kitabesi
olmadığından kesin olarak hangi tarihte ve kimin tarafından yapıldığı
bilinmiyor .
KIZLAR CAMİİ:
Koç Camii’nin
hemen doğusunda yer alır. Kitabesi olmadığından yapılış tarihi ve
kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Bu gün cami olarak kullanılan
eserin aslında bir anıt mezar olduğu araştırmacılar tarafından ifade
edilmektedir. Cami girişinin sağındaki köşede bulunan anıt mezarın
kubbesi ve mezar kalıntıları halen mevcut diğer üç köşedeki mezar
odaları ise tadile uğramıştır.
Yapının kuzey cephesi duvarı kısmen korunmuştur. Gerek cami girişi;
gerekse pencere etrafındaki motifler, süslemeler aslî yapının ne kadar
güzel olduğu konusunda insana fikir veriyor. Bu kuzey cephenin
köşelerinde bulunan türbelerin duvarlarında bitkisel süslerle
beslenmiş kufi yazı ile zarif bir şekilde besmele yazılmıştır. Yapının
genel özelliklerinden Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor .
İMAM ABDULLAH
ZAVİYESİ: Betonarme köprünün batı yakasındaki tepecikte yer
almaktadır .Bazı rivayetlerden; buranın Hz. Peygamberin amcası Cafer-i
Tayyar'ın torunlarından İmam Abdullah'a ait olduğu anlaşılıyor.
Sultanı Takyeddin Abdullah (1249-1294) zamanında bir hizmetçi,
rüyasında İmam Abdullah’ın bu civarda şehit düştüğünü görüyor.
Sultanın izin vermesi ile yapılan araştırmada merhumun naaşı tespit
edilerek defnediliyor. Eserin ayakta kalan tek bölümü kubbeli mezar
kısmıdır. Kubbenin etrafındaki külliye bölümleri tamamen harabe olmuş,
kubbenin bitişiğindeki kule biçimindeki minare de kısmen harap
olmuştur. Kubbenin girişinde yer alan kitabede yapının 878/14 78
tarihinde Akkoyunlular tarafından tamir edildiği ifade ediliyor.
Halen Diyarbakır müzesinde koruma altında bulunan göz kamaştıran
oyma ahşap kapı, orijinal hali ile günümüze ulaşan birkaç ahşap
parçadan biridir.
KALE KAPISI: Doğudan kaleye çıkan merdivenli yolun başlarında
yer alır. Üzerindeki kitabeden 820/1416 Eyyubi Sultan Süleyman
tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. 580 yıldır ayakta kalabilen
kapıda, dayandığı kayaların çökmesi nedeni ile tehlikeli çatlaklar
oluşmuştur. Yıkılmaması için acilen tedbir alınması gerekir. Kapının
ön cephesi kesme taşlardandır. Buna karşılık arka cephesi eklentilerle
beraber molozlardan yapılmıştır. .Muhtemelen arka cephede
muhafızlar için yerler vardı. İkinci kapı olarak bilinen bu kapının
hemen altında 8-10 yıl öncesine kadar bir kapı daha vardı. Bu kapının
iki kenarında iki aslan kabartması oyulmuş süslü taşlar mevcuttu.
Yıkılan bu kapının bazı taşları Hasankeyf Kazıevi’nde koruma
altındadır.
Doğudan kaleye çıkılan yolun üst taraflarında da üçüncü bir kapı daha
yer almaktadır. Kapı üstten harap olmuştur. Gerek ön cephesinde
gerekse yan cephesinde dikdörtgen levhalar içinde yazılar yer
almaktadır. Alınlığın üstünde bir kitabe olduğu anlaşılıyorsa da;
tahrip olmuştur. Bazı özelliklerinden dolayı Eyyubilere ait olduğu
tahmin ediliyor.
KÜÇÜK SARAY: Kalenin Kuzey-Doğu ucunda bulunmaktadır. Kayalar
aşağıdan itibaren saraya uygun bir şekilde yontulduğu için dev bir
kule görünümünü arz etmektedir. Tarihi kaynaklardan 1328 yılında
Eyyubi Muciruddin Muhammed tarafından yapıldığı anlaşılıyor.
Hasankeyf’teki birçok kubbe ve tonoz yapılarda olduğu gibi, bu sarayın
tonozu da; bol harcın içine gömülmüş çanak-çömleklerden yapılmıştır.
Kuzeye bakan cephedeki
pencerenin üstünde iki aslan kabartması, bu kabartmaların ortasında da
kufî levhalar yer almaktadır. Tarihi kayıtlardan sarayın duvarlarının
göz alıcı bir şekilde süslendiği, altın harflerle yazılar yazıldığı
anlaşılıyor. Ancak; bu yazılar tamamen silinmiş veya sökülmüştür .
AKKOYUNLU ESERİ
ZEYNEL BEY TÜRBESİ:
Daha önce ifade edildiği
gibi, Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim
olmuşlardır. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser
Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir.
Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki
kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.
Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder
.Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı
tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' ,
ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise
''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici
bir şekilde yazılmıştır.
Hem kapı hem de güneydeki pencere aynı renkteki sırlı tuğlalar
kullanılarak süslenmiştir. Yapının birçok yerinde, bu sırlı tuğlaların
söküldüğü, kasıtlı bir tahribatın yapıldığı göze çarpıyor.
Üst kubbesinde aynı tarzda süslerin izleri hala mevcuttur. Üst
kubbedeki çatlakların gittikçe açıldığı ve yıkılma tehlikesi arz
ettiği görülmektedir.
HASANKEYF KALESİ:
Kalenin iskan yeri
olarak kullanılması, milattan önceki binlerce yıla dayandığı
söylenebilir. Bu konuda kesin bir tarih tespit edecek hiçbir bilgi ve
bulguya sahip değiliz. Kale haline dönüştürülmesi M.S. 363 yılında
olmuştur. Bu tarihte Bizanslılar; Sasanilere karşı Hasankeyf’e bir
kale yapmış ve sınırlarını koruma altına almıştır.
Kale bütünü ile tabii kayalardan oluşmuştur. Biri doğuda biri batıda
olmak üzere iki merdivenli yol ile buraya ulaşılmaktadır. Doğudaki yol
hayli geniş, moloz taşlarla döşenmiş ve aralıklarla yapılan kapılarla
tutulmuştur. Bu kapılardan biraz önce söz etmiştik.
Kalenin kuzeyinde kayalara oyulmuş, tamamen gizli ama şimdi tabii
yıkılmalar sonucu kısmen ortaya çıkmış iki merdivenli yol
bulunmaktadır. Normal yollarla kaleye su çıkarılamadığı dönemlerde
kale sakinleri bu merdivenli yollarla Dicle'den su ihtiyaçlarını
karşılamışlardır. Bu merdivenlerdeki tabii yıkılmalara bakılırsa antik
dönemlere ait olabileceği ihtimali akla geliyor.
Kaleden daha yüksek mevkilerde yer alan membalardan zaman zaman
yerlere toprak künkler yerleştirilerek; zaman zaman da kayalar
oyularak su, kaleye ulaştırılmıştır. Kalenin dikkat çeken bir özelliği
de; buraya gerek Eyyubiler, gerekse Artuklular döneminde kaynak suyu
çıkarılmış olmasıdır.
Uzundere Köyü'ne gidilirken kalenin bir km. ilerisinde yolun sağındaki
kayalarda oyulan su yollarının izleri açık bir şekilde görülmektedir.
Yıkılmayan yerler incelendiğinde; kayalardaki bu su yollarının tamamen
gizli olduğu anlaşılmaktadır. Sular cazibe ile kalenin kuzeyinde yer
alan büyük havuza (depoya); oradan da açılan kanallarla kalenin her
tarafına ulaştırılmıştır.
Artuklular döneminde hangi hükümdarın kaleye su çıkardığını
bilemiyoruz. Buna karşılık Eyyubilerden Küçük Sarayı yapan Muciruddin
Muhammed'in 1328 yılında kaleye su çıkardığını kaynaklardan
öğreniyoruz. Hatta kalede bu tarihten sonra ağaçların ve ekinlerin
ekildiğinden bahsedilmektedir. Kaledeki Ulu Cami güneyinde,
100 metre ilerde hamama benzeyen yapılar mevcuttur. Bu da kaleye bol
miktarda suyun çıktığını göstermektedir. Hamamın bu günkü halinden
daha sonraları kumaş dokuma atölyelerine dönüştürüldüğü
anlaşılmaktadır. Kalede yapılacak bir araştırmada, buna benzer bir çok
kumaş dokuma atölyesi olduğu görülecektir.
Ulu Cami güneyinde geniş bir meydan vardır. Meydanın doğusu Büyük
Saray kalıntılarına kadar mezarlığa dönüştürülmüştür. Kaynaklardan bu
mezarlıkların yerinde, kale kapısına bakan noktada Eyyubiler döneminde
bir büyükçe Eyvan yapıldığı anlaşılıyor. Gerçekte bu mevkide büyük
taşlarla yapılmış duvar kalıntılarına rastlanmaktadır. Kale, tabii
kayalardan oluşmasına rağmen, her tarafında burç izine
rastlanmaktadır. Şüphesiz bunların amacı, kaleyi düşman
saldırılarından korumak değildir. Herhalde kale sakinlerini düşme
tehlikesinden korumak için bu burçlar yapılmıştır.
Tarihlerde buranın silah zoru ile ele geçtiği yazılmıyor. Yalnız;
Moğollar döneminde şehir gibi, kale de harap edilmiştir. Kuzeyi Dicle
ile çevrili kalenin, diğer taraflarında derin yarıklar vardır.
Kuzeyden geniş olan kale, güneye gittikçe daralmaktadır. Kaledeki
evlerin çoğu, oyulmuş mağaralardan oluşuyor. Genellikle bir-iki odadan
ibarettir. Bir kaç odadan ibaret geniş olanları da vardır. Büyük
Saraya doğru giderken sağda bulunan Cami'u-l Harap'ta, sonradan oraya
konduğu anlaşılan bir kitabe parçası vardır. Kısmen aşındığı için
okunmuyor.
KÜÇÜK KALE: Halk
arasında küçük kale olarak bilinen ve kalenin doğusunda yer alan kaya
kütlesi bir zamanlar darphane olarak kullanılıyordu. Artukulular ve
Eyyubiler döneminde burada paralar basılmıştır. Bu paraların
örnekleri özellikle Mardin müzesinde mevcuttur. Moğol harabiyetinden
sonra Eyyubiler bir müddet burayı mesken olarak da kullanmışlardır.
Buraya kale kapısı karşısındaki bir merdivenle çıkılıyordu. Merdiveni
taşıyan kaya kütlesinin kısmen çökmesi ile bugün merdivenle darphaneye
çıkmak mümkün değildir . Darphanenin güneyi, sekiz metre
genişliğinde, 10-12 metre derinliğinde oyulduğu için darphaneye çıkmak
mümkün olmamaktadır .
Orada yaptığımız
incelemede mesken olarak kullanılan evlere, su havuzuna, su
kanallarına, sarnıçlara ve değişik amaçlarla kullanılan mağaralara
rastladık. Ayrıca küçük kaleyi çevreleyen burç kalıntılarına da yer
yer rastlanıyor . Özellikle kale zaman zaman da darphane define
arayıcılarının tahribatına uğruyor. Bir şeyler olduğu tahmin edilen
her yer kazılmıştır .Kalenin, şehirdeki tarihi eserlerle birlikte
koruma altına alınıp, tahribata son verilmesi gerekmektedir .
ŞEHİR: Kale
dışında da geniş bir alanın iskan yeri olarak kullanıldığı bu günkü
kalıntılardan anlaşılmaktadır. Kaleyi doğudan baştan başa çevreleyen
büyük yarık (Şa'bülkebir) Hasankeyf’ in en yoğun iskan yerlerinden
olduğu hem tarihi kayıtlardan; hem de bol sayıdaki mağaralardan
anlaşılıyor.
Küçük sarayın doğudaki
penceresinden bakıldığında güneydoğu istikametine uzanan küçük yankın
(Şa'büssağir) iki taraflı meskenlerle doludur. Yukarı doğru gittikçe
yarık daralmakta bir noktada mağara evler sona ermektedir. Şehrin
güneyinde yer a1an kaya kütlesinin şehre bakan cephesi de ev olarak
kullanılan yüzlerce mağara ile doludur. Bu mağaralar silsilesi
Salihiyye yolu üzerindeki şelale mevkiinden güneye doğru kıvrılarak
uzanmaktadır .Burada da yüzlerce mağara ve terkedilmiş onlarca su
değirmeni kalıntıları vardır .
Salihiye Bahçelerinin en doğusundaki kaya kütlesi zirvesinde iki
kattan oluşan bir kaç odadan ibaret kral kızı sarayı vardır. Burasının
zamanında seyir amacı ile kullanıldığı anlatılmaktadır . Salihiye
bahçelerinin doğusunda yüzlerce mağara yapıları mevcuttur . Bunların
arasında sosyal amaçlı kullanılan (han gibi) mağaralara da
rastlanıyor.
Dicle'nin karşı kıyısında, Kure köyünün bitişiğindeki bölgede iki üç
katlı oldukları tespit edilen yapılar mevcuttur .
Ayrıca kalenin batı ve güneyini çevreleyen yarıklarda da yoğun olmasa
da mesken amaçlı bir çok mağaraya rastlanıyor. Şehrin iskan edilen
yerleri şüphesiz bu kayalara oyulmuş evlerden (mağaralar) ibaret
değildir. Şimdiki mevcut şehrin tümü orta çağda da iskan yeri olarak
kullanılıyordu. Hatta şehir merkezinden bir iki Km doğusuna kadar,
oradan nehre ininceye kadar geniş bir alanın mesken olarak
kullanıldığı bu günkü izlerden anlaşılıyor .
Kaleye su çıkaran Artuklu ve Eyyubiler şehre de kanallar vasıtası ile
su getirmişlerdir . Şehre gelen su kanallarından biri ''Ziha''
vadisinden geliyordu. Muhtemelen şimdi Salihiye bahçelerini sulayan
membadan ve bu gün kullanılan kanallarla şehre su taşınıyordu. Diğeri
ise Akyar (Mervani) Köyü yakınlarından başlayarak Üçyol köyü boğazı
batı yakasından döşenen künkler vasıtası ile şehre su getiri1miştir .
Şehrin böylesine geniş bir alana sahip olmasına karşılık şehri koruyan
surların iç kısımda kaldığı görülüyor .Bu gün Salihiye bahçelerinin
batı köşesi hizasından aşağıya doğru uzanan sur ka1ıntıları görülüyor
.Bu surların 150 m. kadar aşağı doğru uzadıktan sonra bahçelerin
altından doğuya doğru kıvrılarak bu günkü belediye lojmanları
hizasında nehre doğru yeniden kırılarak Dicle'ye kadar indikleri yer
yer mevcut olan kalıntılardan anlaşılıyor.
Surların bu günkü kalınlığına bakılırsa şehri korumada zayıf
kaldıkları söylenebilir . Ayrıca surların içindekiler kadar dışında da
iskan alanı olması Hasankeyf’in orta çağda devamlı büyüdüğünü ve
geliştiğini göstermektedir . Şüphesiz bu kadar geniş alana kurulu bir
şehrin, belki de yüz binlere ulaşan nüfusun ihtiyaçlarını
karşılayacak sosyal yapılarının da olması gerekiyordu.
Yukarda bahsettiğimiz yapılar dışında bir çok cami, mescit, medrese,
külliye, hanlar ve çarşılar vardı. 14. ve 15. asırlarda Hasankeyf’teki
çarşıların ticari mal1arla dolu olduğu o dönemin seyyahların
ifadelerinden anlaşılıyor . Gayrimüs1imlere ait bazı yapıların da
(kilise kalıntılarının) mevcudiyeti Hasankeyf’te Müslümanlarla
Hıristiyanların iç içe yaşadıklarını gösteriyor .
El Rızk Camii'nin 100 m kadar doğusunda evlerin arasında bulunan
kilise kalıntısı bunlardan bir tanesidir. Ayrıca Sultan Süleyman
Camii'nden küçük yarığa ulaşınca solda gayrimüslimlere ait kaya
mezarları da vardır .
Dicle kenarındaki El
Rızk Camii yanından Sultan Süleyman Camii civarına oradan da doğuya
doğru uzanan bir yer altı tüneli oldu söyleniyor. Ancak bu tünelin
ağzı tamamen kapalı olduğundan buraya girmek mümkün olmamıştır .
Hasankeyf, Bağdat'a kadar akıp giden Dicle nehrinin kenarında olması
şehre ticari açıdan önemli bir avantaj sağlamıştır .Ticari mallar
nehir yolu ile güneye ulaştırılarak satılıyor karşılığında alınan
mallar Hasankeyf’e getiriliyordu.
Hasankeyf, geniş iskan alanı, yoğun nüfusu ve korunaklı kalesi ile
ortaçağın önemli şehirlerinden biri idi. 1524’ de tamamen Osmanlıların
eline geçtiğinde hâlâ böyle büyük olduğundan, sancak merkezi
yapılmıştır. O zaman Hasankeyf sancağına Siirt, Erzen, Beşiri, Tûr
(Midyat) bağlanmıştır.
19. asrın ortalarında ise Diyarbakır Sancağı'na bağlı bir kazaya
dönüştürülmüş, Osmanlının son dönemlerinde de Midyat kazasına bağlı
bir kasaba haline gelmiştir. Bu da Hasankeyf’in Osmanlılar döneminde
gittikçe önemini kaybettiğini göstermektedir.
Hasankeyf’teki mağara evleri çok farklı özellikler arz etmektedir.
Çoğunluğu sade ve bir- iki odalıdır .Özellikle yüksek yamaçlardaki
mağara1arın bazılarınn iki katlı ( dubleks ) hatta üç katlı (tripleks)
olanlarına rastlanıyor.
Hasankeyf’in dışında da tarihi özellik arz eden mevkiler ve eserler
vardır. Karaköy Köyü eski yaya yolu üzerindeki ''Ziha''
vadisinde Hasankeyf’e 2-3 km uzaklıkta 12 mihraplı Mescid-i Ali
diye bilinen bir mağara vardır .İbadet mekanının ön cephesinde büyükçe
bir mihrabın sağında ve solunda küçük mihrapçıklar vardır .Bu
mihraplarda Şii inancında büyük yer tutan on iki imamın adı
yazılmıştır .
Dıfne Köyü (Üçyol) Bane
Mahar mevkiinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır. Köyün
aşağısında da, derenin karşı kıyısında kayalara oyulmuş ibadet amacı
ile yapıldığı söylenen mağaralar bulunmaktadır .