Hasankeyf
FÜSUN
ARMAN
Dicle'nin kıyısında,
kayalara ve kayaların uzantısı vadinin içine sığınmıştı Hasankeyf
yüzyıllar boyu. Türkiye'nin, doğası, tarihi ve kültürüyle bir bütün
olarak korunmuş bu tek Ortaçağ kenti, Batı'nın Doğu ile karşılaştığı
bu ilk kavşak, artık Ilısu Barajı'nın suları altında kalacak.
Dicle, aşağılarda, yeni
demir köprünün ayakları arasından çağıldayarak akıyor. Dicle'nin fazla
derin olmayan, yarı saydam suyunu gümüşi pırıltılar saçan bir yola
dönüştüren güneş bu pırıltılarla bir hayal sahnesi yaratmakta
gecikmiyor. Önce, suyun üzerinde birer ceviz kabuğu gibi yalpalayarak
ama hızla yol alan karaltılar fark ediliyor. Görüntü giderek
netleşiyor, konvoy hâlinde yol alan kelekler artık açık seçik
görülebiliyor. Kürekçiler küreklere var güçleriyle asılıyor,
dümencinin ise tüm dikkatini Dicle üzerindeki yıkık köprünün
ayaklarına yoğunlaştırdığı belli. "Ortaçağ'ın en gösterişli ve en
büyük köprüsü" olarak tanımlanan bu dev yapının orta kemer açıklığı 40
metreyi buluyor. Kürekçiler içinse ne bu özelliği ne de ayakları
üzerindeki kabartma figürler önemli.
Hasankeyfliler,
kendilerine mağaralara alternatif olarak sunulan afet konutlarında
yaşıyor. Nüfusu 1960'larda 30 bini aşıyordu, bugün 3 bin 600 kişi
yaşıyor. Ve Hasankeyf Türkiye'nin en geri kalmış ilçeleri arasında
sondan üçüncü sırada. Tek neden, Hasankeyf'i sular altında bırakacağı
30 yıldır söylenen baraj.
Diyarbakır'dan yola
çıkmışlar, bilmem kaç gündür yoldalar. Keleklere yüklü 52 tay ( 9620
litre ) buğday ve arpa Musul'a, oradan da Bağdat'a götürülecek. Yıl
1726 belki de 1727. Osmanlı, İran'ın Safevi Hanedanı ile savaşıyor;
sınır boylarındaki kalelerde bulunan askerlerin zahire ihtiyacı bu
yoldan ulaştırılıyor. Diyarbekir eyaleti, Basra ve civarının
ihtiyacını karşılayan bir zahire ambarı gibi.
Yol hazırlıkları uzun
sürüyor. Önce kelek tulumları sipariş ediliyor. Kelekçilik bölgede çok
eskiden beri yapılıyor.Yolculuk suyun akış yönünde olduğundan
kürekçilere pek fazla iş düşmüyor. Yalnızca nehrin yön değiştirdiği
noktalarda ya da köprülerin altından geçerken bütün hünerlerini
göstermeleri gerekiyor, hepsi o kadar.
Hısn Keyfâ'daki kalenin
eteklerinden, çok önceleri yıkılmış köprünün ayakları arasından her
yıl böyle yüzlerce kelek geçiyor. Bu konvoya kimi zaman Hısn Keyfâ'dan
da zahire katılıyor. Tabii taşınan yalnız zahire değil. Bir keresinde
Bağdat'taki barut imalathanelerinde kullanılmak üzere 200 kelek ardıç
odunu, top döküm kalıpları için toprak, demir, tel ve kalay
Diyarbekir'den yola çıkmış, Hısn Keyfâ'dan geçmişti. Basra'daki
tophanede, döküm kalıplarının yapımında kullanılan toprak Hısn
Keyfâ'dan gidiyordu.
Ilısu Barajı'nın mevcut
projesi, baraj gölü su kodunun 527 metre olmasını öngörüyor. Yani
mevcut proje uygulanırsa yeni köprü 26 metre suya gömülecek. Tabii
beraberinde bütün kent... Oysa yerleşim tarihi Roma ve Bizans
devirlerine kadar inen Hasankeyf Artuklu, Eyyubi, Akkoyunlu
egemenliğindeki parlak dönemlerinden kalan yapılarıyla tarihi ve
kültürel değerleri bir arada günümüze kadar koruyabilen ender Ortaçağ
kentlerinden biri.
Bir keresinde de döküm
kalıpları için Hısn Keyfâ'dan 5 kelek toprak, iki kantar demir tel, 8
kantar kalayla birlikte gönderilmişti.Yalnız askeri malzeme değil
tüccar malları da bu yolla taşınıyordu. Hısn Keyfâ ise çeşitli
malların, renk renk dokumaların satıldığı çarşılarıyla, ta Ortaçağ'dan
beri hareketli bir ticaret hayatına sahipti. Burada dokunan sof ve
abayi türü yünlü kumaşlar özellikle 16. yüzyılda çok ünlüydü.
Doğu ile Batı, Bizans
ile Sasani, Hıristiyan ile Müslüman... Asya'dan gelen Sasani (Pers) ve
Türk, güneyden gelen Arap ve İslam batıdan gelenlerle (Roma ve Bizans)
bu bölgede tanıştılar ve şüphesiz birbirlerini etkilediler,
kültürlerinden izler bıraktılar. Aralarındaki sınır kimi zaman az
doğuda, kimi zaman da az batıda kaldı. İS 3. yüzyılda ise
Bizanslıların elindeydi artık ve 7. yüzyıla kadar da bir Bizans kalesi
olarak kaldı.
Hısn Keyfâ melikesi
kentini, fethe gelen Halid bin Velid'in eline hiç savaşmadan teslim
etmiş, böylece kenti yıkımdan kurtarmıştı. Saraylar, bahçeler, kale, o
zamanlar orta kısmı ahşap olan köprü, mağara evler, en eskileri Erken
Hıristiyanlık dönemine ait mağara kiliseler ve daha sonrakiler... Bir
ara Süryani Piskoposluğu'nun merkezi de olan kentte kilise ve
manastırlar 11. yüzyıla kadar kullanıldı.
Güneş ufkun altına
indiğinde hayal sahnesi yerini gerçek görüntüye bırakıyor. Ufuk,
yaşamın ve ölümün simgesi. Karayolunun geçtiği yeni çelik köprü, eski
yıkık köprünün hemen yakınında. Dicle çok geniş yatağının sadece bir
bölümünü kullanıyor. Nehrin sığ sularında biriken kumu römorklarına
yükleyen traktörler son seferlerini yapıyor. El Rızk Camii'nde akşam
ezanı okunuyor. Köprü ayaklarının dibindeki sığlıklarda, kümeslerine
dönmeden önce son banyolarını yapan kazların çığlıkları... Dicle'nin
karşı kıyısında Raman Dağı...Bu mesafeden tamamıyla çıplak gibi
görülen Raman, Türkiye'nin güneydoğusunda bir petrol efsanesiydi...
Altmışına merdiven dayamış petrol pompaları hiç durmadan dağın
eteğinde akan Dicle'yi ve karşı kıyısındaki Hasankeyf'i selamlıyorlar.
Hasankeyf onlardan çok daha yaşlı.
Hasankeyf, Hesna de
Kepha, Hısn Keyfâ, Cepha, Kastron Piskephas... `İlkçağ Anadolu'sunda,
o dünyanın Doğulu süper gücü Persler, Romalılarla sonra da
Bizanslılarla burada karşılaştı. Batı'nın Doğu'ya karşı son kalesiydi
Hasankeyf. Dicle ve Fırat o dönemlerde güç, hayat ve aynı zamanda
felaket kaynağıydı. Dicle'yi geçiş için en uygun noktaydı.
`Bugün ayakta bulunan
Hasankeyf Kalesi'nin eski Roma kalesinin bulunduğu yere yapıldığı
sanılıyor...'' Hasankeyf'te kazı yapan Prof. Oluş Arık bu kale-kentin
tarihini birkaç cümleyle böyle özetliyor. "İslam Devri'nde
Diyarbakır'la birlikte Artukluların önemli merkezlerinden olan,
tarihinin Asur ve Urartu'ya kadar indiği tahmin edilen Hasankeyf'in
bugünkü adının kökeni Asurca kipani (kaya). Bu ad daha sonra `kaya
kalesi' olarak Arapça söylenişiyle günümüze gelmiş.''
Akkoyunluların,
Artukluların, Emevilerin, Abbasilerin, Bizanslıların, Romalıların ve
belki daha eskilerin de kalesi... Bu yaşlı kale-kentin geçmişi
hakkında iyi kötü bir şeyler kayıtlara geçmiş. Örneğin, Akkoyunlular
zamanında (1461-1482) Safevi Şah İsmail'in geldiği, kız kardeşini
Hasankeyf Emiri Halil Şah ile evlendirirken nasıl şenlikli bir düğün
yapıldığı ya da daha önceleri Hısn Keyfâ'da yaklaşık bir buçuk asır
boyunca (1102-1231/32 yılları arasında) hüküm süren Artuklu
hanedanının, bir yandan Urfa Haçlı Kontluğu'yla mücadele ederken bir
yandan da ilim ve kültürle nasıl iç içe yaşadığı biliniyor.
Bir Selçuklu
kumandanının soyundan gelen Artukluların kendilerine başkent
yaptıkları bu kale-kenti saraylar, bahçeler, su tesisleri, çarşılar,
hanlar, hamamlar ve taştan güzel evlerle donattıklarını, Dicle üzerine
yaptıkları yüksek ve güzel köprüyü, kurdukları medreselerde tıp,
riyaziye, mühendislik, felsefe dersleri okutulduğunu, bu medreselerde
ünlü bilginlerin yetiştiğini, kentin yalnız ilim değil ticaretle de
ünlendiğini, burada üretilen malların Dicle yoluyla Musul'a ve
Bağdat'a kadar gönderildiğini tarih kitapları yazıyor.
Bugün Dicle üzerinde
yükselen ayakları bile köprünün eski görkemi hakkında ipuçları
veriyor. Ünlü Artuklu paralarının basıldığı darphanenin yeri,
kanallarla getirdikleri suyu kalenin bulunduğu tepeye çıkaran sistem
insanı hayrete düşürüyor.
Şimdilik sakin sakin
akan Dicle'nin üzerine yapılması planlanan iki baraj var. Biri Cizre
Barajı. Şırnak'ın aynı adı taşıyan ilçesinin hemen kuzeyinde. Diğeri
ise Cizre'nin yaklaşık 50 kilometre kuzeyindeki Ilısu.
Bir Ortaçağ kalesinin
bütün özelliklerini taşıyan Hasankeyf'te kuşatma dönemlerinde Dicle'ye
ulaşıp su alma olanağı sağlayan gizli geçitler bulunuyordu.
Kale, ulaşılması en güç
noktada, Dicle kenarında bir duvar gibi yükselen kayalığın üzerinde
doğallıkla. Zikzaklar çizerek Dicle'ye inen, kayaya oyulmuş gizli
geçitler, yine zikzaklar çizerek kaleye yükselen, bu arada yedi
kapıdan geçen taş döşeli, basamaklı yol... Bir yanı dev bir yarık;
eski kervan yolu. Yarığın iki yanı yaklaşık bir kilometre boyunca kaya
duvar, duvarlarda mağara evler, gizli geçitler... Bir yanı bu dev
yarığa bakan, bir yanında kayaların duvar gibi yükseldiği basamaklı
yol boyunca sıralanan mağara-evler, dükkânlar...
Paul Bowles'in Esirgeyen
Gökyüzü'ndeki bir tanımını hatırlıyorum. Turist ile gezgini
karşılaştırıyor, `aradaki fark aslında bir ölçüde zaman kavramıyla
ilgilidir...'' diyor Bowles. Ben ikisinin arasındaydım galiba. Evet,
zamanım kısıtlıydı ama bir gezgin gibi kullanıyordum zamanı. Bir
turistin tam tamına bir saatte gezip inebileceği kalede bütün bir gün
kalmıştım. Her bir mağaraya girdiğimi söyleyemem. Yanımda Hasankeyfli
bir rehberim de vardı ama yine de kimilerine ulaşacak yolu, daha
doğrusu kaya geçidini keşfedemedim. Kimileri ise kaleye çıkan
basamaklı yolun kenarındaydı. Ahşap kapıları sımsıkı kapalı olanlar
dükkânlar olmalıydı.
Rehberim Hikmet Ayhan
`Diyarbakır'ın nüfusu 4 binken Hasankeyf'inki 10 bindi. Dicle
üzerindeki köprünün bir yanı Siirt, bir yanı Mardin'di' diye başladı
söze. `Otuz yıl önce hep evdi burası. Ben bu çarşıyı faaliyetteyken
görmüşüm. Berber vardı, yemek, eczaneci, dişçi, kırık çıkıkçı... Çok
muazzamdı,' diyordu.
`Alışveriş merkezi,
yaşam buradaydı. Batman iki evdi o zaman. Şimdi oraya giden mallar
buraya geliyordu. Burada yün kumaş dokunuyordu, tezgâhlar vardı.
Mağaralarda otururken herkes o kumaşlardan elbiseler giyiyordu...''
Dicle kıyısında gizli
geçidin yakınındaki `Yolgeçen Hanı' eski günlerle ilgisi olmayan
turistik bir mekân.
Anlatmaya kelimelerin
yetmediği bütün bu detaylar, bütün özgünlüğünü 30 yıl öncesine kadar
koruyabilmiş bir Ortaçağ kentindeki yaşamı, o baş döndürücü karmaşayı
en ince noktasına kadar canlandırmak için hazır bekliyor. Hem de
inanılmaz bir doğal dekor içinde...
Kaledeki mağara evler 30
yıldır doğanın yıpratıcı etkisi altında. Kimi yerleri çökmüş, olur
olmaz yerlerde delikler açılmış. İstediğinden içeri gir. Kimi odaların
duvarında küçük nişler, iki yanda oyuklar; lambalıktı belki de.
Bazılarında şömine oyuntusu, kayanın içinden yükselen duman gideri...
Kimi duvarlarda sıvalar duruyor, kimilerinde Arap harfleriyle yazılmış
yazılar... Keşke okuyabilseydim.
Kale içinde kayaya
oyulmuş bir küçük cami, El-Rızk Camii'ne tepeden bakan Küçük Saray,
yüzü duvar gibi dümdüz tıraşlanmış kaya kütlesinin kenarından
aşağıdaki Dicle'yi gözleyen Büyük Saray, kalenin `paratoner kulesi''
de denilen burcu, bir büyük cami... Bu Ulu Cami'de bir kılıç ve tarihi
bir kuran bulunduğundan söz ediyor, `hutbe okunurken, imam minberde
olduğu sürece kılıç müezzin tarafından sağ elle tutulurdu. Kılıçla
alınan kentlerde bu adetti'' diyor Hikmet Aydın. Bu gelenek 1968-69
yıllarına kadar yani halk kaleden ininceye kadar uygulanmıştı.
Bu uzun gezi içinde
yalnızca bir kez mola verdim. Karşı kıyıdaki Zeynel Bey Türbesi'ne,
bulutların izniyle arada sırada vuran gün ışığını izledim. Her şey ne
kadar dingindi. Bir de o iki çoban köpeğiyle yaşadığım kâbus
olmasaydı.
Karşılaştığımızda
kalenin ayakta kalan son iki kapısından birinden geçmek üzereydik,
sürüye yaklaşan kurt görmüş gibiydiler. Korktuğum gibi üzerimize
atlamadılar ama o sakin, huzur ortamının bütün sihri bu iki köpeğin
hırçın havlamalarıyla uçup gitti.
Aslında, benim yaşadığım
kâbusun, bir süredir Hasankeyf'i saran bir başkasının yanında sözü
bile edilmezdi. Kendini 30 yıl önce belli etmişti. Sunay zamanıydı
diye hatırlıyorlardı Hasankeyfliler. O zamana kadar 'Roma Devri'nden
beri' oturulan mağaralardan aşağıda düzlükte kendileri için yapılan
afet konutlarına yerleştirilmişlerdi. Ne kadar da iyi niyetle,
aslında. Hem insanlar bu devirde mağara yaşamından kurtulsun, hem de
tarihi eserler yıpranmasın diye şüphesiz.
Mağaralar... Aralarında
dubleks ya da tripleks Roma Devri villaları bile vardı belki. Su
getirilmişti, kanalizasyonu da vardı. Kışın sıcak, korunaklı, yazın
serin...
Oysa yeni konutlar...
Kâbus işte o taşınmayla ilk kez kendini gösterdi. Çünkü Hasankeyf'in
aşağı şehriydi burası ve bütün kalıntılar dozerlerle düzlenip
atılmıştı söylediklerine göre.
Her şey çok sonraları
fark edildi Yeni konutlar için seçilen yerin yanlışlığı da Hasankeyf'i
sular altında bırakması planlanan Ilısu Barajı projesi de... Bu arada
artık oturulmayan kalede, eski evler ve mağaralar korumasız kalmış,
doğanın etkisiyle yıpranma sürecine girmiştir. Hasankeyf nihayet
1978'de 1. Derece SİT Alanı ilan edilir. Ne yazık devlet bir yandan
korumaya aldığı bu kenti, diğer yandan sular altında bırakmanın, kendi
kararını çürütmenin yollarını aramaktadır...
Geçtiğimiz Haziran
ayında Şanlıurfa'da Başbakanlık GAP İdaresi başkanlığında yapılan GAP
Toplantısı'nın sonuç bildirgesinde Hasankeyf için şöyle deniyor:
`Birinci Derece
Arkeolojik ve Doğal SİT Alanı olan, bütünselliğini koruyabilmiş tek
Ortaçağ kenti örneği Hasankeyf bu özellikleriyle Ortaçağ Anadolu
kültür sentezinin başlangıç noktasını (ilk adımlarını) temsil eder. Bu
nedenle Hasankef'in olduğu gibi korunması birincil bir hedeftir.'
Bu bildirgeyi
imzalayanlar üniversitelerden uzmanlar sadece. Peki ama toplantıya
katıldıkları halde ne DSİ'den, ne Enerji Bakanlığı'ndan, ne GAP
İdaresi'nden bir yetkili ne de Başbakanlık başdanışmanlarından biri...
Neden biri olsun imza atmıyor?
Bunun nedeni ancak
şimdi, baraj yapımı için bir İsviçre firmalar grubunun (Sulzer-Hydro
ve ABB) başkanlığındaki konsorsiyumun çoktan kurulmuş olduğu,
İngiltere, İtalya ve İsveç'ten firmaların yanı sıra Türkiye'den Nurol,
Tekfen ve Kiska'nın da buna katıldığı ve İsviçre Merkez Bankası'ndan
talep edilen kredinin garantilendiği haberlerinin duyulmasıyla
açıklığa kavuşuyor. İnşaatın da yakında başlanacağı söyleniyor.
Anadolu Ajansı'nın haberine göre de baraj inşaatı 1999'un Mart ayında
başlayacak.
Başta UNESCO olmak üzere
pekçok uluslararası kuruluş önemli anıtların tehtid edildiği
durumlarda alternatif projelerin geliştirilmesi ve anıtların yerinde
korunması yönünde aldıkları ilke kararları ve önerileriyle dünya
kamuoyunu sürekli uyarıyor. Türkiye de bu kararlara imza atıyor. Belki
baraja onay veren Türk hükümeti, uluslararası sözleşmelere attığımız
bu imzaların hepimizi bağladığını bilmiyor!..Geniş yatağının yalnızca
bir bölümünden akan Dicle'nin getirip kenarlara yığdığı kumlar,
kamyonlara yüklenirken kıyıda, yine bu kumsalda kurulan çardaklar
bölge halkının eğlence ve piknik alanı oluyor. Sıcak günlerde çardak
altına sığmayanlarsa masalarını Dicle'nin serin sularına
taşıyor.Alternatif projeler mi? Anıtların yerinde korunması için baraj
kodunun düşürülmesi kabul edilebilir en uygun çözüm gibi gözüküyor.
Yeter ki bölgedeki enerji potansiyeline bir bütün olarak bakılsın.
Duyarlı çevreler ve uzmanlar baraj kodunu 50 metre düşürerek hem
Hasankeyf'i sular altında kalmaktan kurtaracak hem de bölgedeki enerji
girdisini kat kat arttıracak alternatif projeler üretiyor, ilgililerin
masalarına koyuyorlar.
Artık oturup Ilısu baraj
projesini yeniden incelemekten ve -kentlerin içinde bulundukları doğal
ve fiziksel ortamın ayrılamaz parçası olduğunu unutmadan- Hasankeyf
dışarıda kalacak şekilde yeni bir proje hazırlamaktan başka çare
gözükmüyor. Baraj, Hasankeyf'in ufkunda Demokles'in kılıcı gibi hâlâ
asılı duruyor.
http://www.arkeo.org
adresinden alınmıştır.
Atlas Dergisi
Sayı: 7 Ocak 1999